Çok Katmanlı Portreleriyle Dargeçit

Altyazı/ Ayça Çiftçi

43. İstanbul Film Festivali’nden En İyi Belgesel ödülünü kazanan Dargeçit, karanlık bir tarihin bugündeki sürekliliğini ortaya sererken kamerasını çevirdiği insanlara da izleyicisine de büyük bir ihtimam gösteren bir belgesel.

Dargeçit’i izlemeyi bitirdiğimde, hayal kırıklığı, öfke, umut, sevgi, türlü duygular içimde birbirine karıştı. Fırsatı olan herkes izlesin, herkes içinde uyanan duygulara sahip çıksın çok isterim. Konu çok ağır, film de bu ağırlığı taşıyan bir film. Ama izleyicisini hırpalamadan üzen ve öfkelendiren bir film bu. Başkasının acısına şahit olmaya davet ettiği izleyiciyi bir tür suçluluk duygusuyla paralize etmemeyi başarıyor; şiddeti konu alırken izleyicisine duygusal şiddet uygulamaksızın onun duygularını hareketlendirmeyi.

Dargeçit, 1995 yılında Mardin, Dargeçit’te devlet güçlerinin elinde kaybedilmiş üçü çocuk yedi kişinin ailelerinin ve avukatlarının verdiği hukuki mücadelenin yedi yılını takip ediyor. Ama filmin konusunu bu şekilde anlatmak yetersiz olur. Çünkü bu hukuki mücadele çerçevesinde bir daralıp bir genişleyen farklı odaklar beliriyor film boyunca. Her şeyden önce, 13 yaşındayken gözaltına alınan ve annesinin şahitliğinde işkence gören Davut Altınkaynak’ın hikâyesi olarak görülebilir bu. Film onun fotoğrafıyla açılıyor. Hafıza Merkezi’nin “Faili Belli” başlığıyla yürüttüğü dava takip projesinin bir uzantısı olarak sanatçı Anıl Olcan “faili meçhul” cinayetlerde zorla kaybedilmiş insanların fotoğraflarını küçük mermer bloklara aktarıyor. “Minyatür anıt”lardan birinin üretim sürecini izliyoruz. Son aşamada suya batırılan mermer blokta Davut’un yüzü yavaş yavaş belirginleşiyor. Filmin hem Davut hem de diğer kayıplar için yapmaya çalışacağı şeyin görselleştiği bir an gibi. Hem yok edilen hem izi silinmeye çalışılanların varlığının izini yeniden görünür kılmak. 

Davut’un hayattaki bu tek fotoğrafı için “onun bir zamanlar var olduğunun kanıtı” diyen babası Abdülaziz Altınkaynak’ın hikâyesi olarak da izlemek mümkün bu belgeseli. Otuz yıla yakın bir süre boyunca mücadele etmiş babasının bu dava süreci boyunca dirayetini korurken yüzünde beliren türlü duyguları takip etmek. Yönetmen Berke Baş’ın genelde belli bir mesafeyi koruyan kamerasının ender anlarda yakın planda gösterdiği ellerinin anlattığı hikâyeyi takip etmek. Mesela, duruşmayı bekledikleri sayısız andan birinde Davut’un fotoğrafını bir iki belgeyle birlikte düzenleyip bir dosya poşetine özenle yerleştiren ellerini.

 

Film, bu davanın öznelerini “kayıp yakını” olarak kategorize edip onların hikâyelerini ve acılarını birbirlerine eşlememeye, genelleştirip soyutlamamaya özen gösteriyor. İkisi de çocukken birlikte gözaltına alınıp beraber işkence gördüğü kardeşi Seyhan’ın kemiklerini yıllar sonra bir kuyunun içinden kendi elleriyle çıkaran Hazni Doğan da, Davut’un annesi ve babası da, tek tek biricik hikâyeleriyle var oluyorlar. Dargeçit, büyük meseleleri anlatırken aynı zamanda odağını daraltıp bu insanlara bakmayı, onları tanımayı asla ihmal etmiyor. Filmin gerçekleşmesini mümkün kılan ve kameranın en çok birlikte vakit geçirdiği Erdal Kuzu için de geçerli bu. Dargeçit’i hukuk sisteminin yozlaştığı bir ülkede hak ihlalleri davalarını takip eden avukat Erdal Kuzu’nun bir portresi olarak da izleyebiliriz.

Odak bir yandan da genişliyor. Film, Dargeçit davası üzerinden aynı karanlık tarihin olan Cizre, Lice gibi önemli diğer davaları da kapsıyor. 1995 yılından beri tüm yıldırma politikalarına direnerek seslerini duyurmaya çalışan Cumartesi İnsanları’nın mücadelesini, tüm politik “faili meçhul” davalarını da. 1990’larda Kürt halkına sistematik bir şekilde uygulanan şiddeti gündeme getiriyor. Ama bu şiddetin geçmişten şimdiye nasıl süreklilik gösterdiğini, yakınlarını geçmişte devlet şiddeti sonucu kaybetmiş olan insanlara bugün uygulanan hukuki şiddeti de. Ya da, daha da geniş bir odakta, bugünün Türkiye’sinde sayısız davada faillere dönük cezasızlık politikasının nasıl bir şiddet aracı olarak araçsallaştırıldığını da.

 

Yönetmen Berke Baş ve prodüktör Enis Köstepen’in birlikte yedi yıl boyunca bu davayı takip ederken verdikleri yoğun ve istikrarlı emek, sinemamızda ender rastladığımız türden bir belgeselcilik yaklaşımı ortaya koyuyor. Politik, duygusal ve etik açıdan katman katman zorlukları olan bir konuyu ele alırken verdikleri sayısız çetrefilli kararın ardındaki düşünsel ve duygusal emek de bir o kadar kıymetli. Şimdi de filmin mümkün olduğu kadar çok insana ulaşması için, bu toprakların karanlık tarihini konuşmaya vesile olması için emek harcamaya devam ediyorlar. 43. İstanbul Film Festivali’nden En İyi Belgesel ödülünü kazanan filmi festival izleyicisinin ötesine ulaştırmak için üniversite öğrencileriyle, sendikalarla, sivil toplum kuruluşlarıyla buluşturan gösterimler organize ediyorlar. Yapımı tamamlandığında bitmeyen film, her bir izleyiciyle çoğalıyor.

Filmi izleyerek çoğaltacak olanlara önerim, şimdi Sezen Aksu’nun sesinden ‘Günaydın Memur Bey’ şarkısını dinlesinler. Filmin en güçlü anlarından birine hazırlık yapmak için.