Yedi faili meçhulün izinde bir belgesel: Dargeçit

Diken / Ece Deniz

‘Dargeçit’ belgeseli, Türkiye’nin yüzleşmekten kaçındığı faili meçhul cinayetler ve gözaltında kayıpları yeniden gündeme taşıyor.

Resim
Dilekçeden detay görüntüsü

Hafıza Merkezi’nin desteğiyle çekilen belgeselin yönetmeni Berke Baş yapımcısı Enis Köstepen. 

43’üncü İstanbul Film Festivali’nde ‘en iyi belgesel film ödülü’ne layık görülen yapım, adını aldığı Mardin Dargeçit’te 1995’te güvenlik güçlerince gözaltında ‘kaybedilen’ üçü çocuk yedi kişinin hikayesine odaklanıyor. 12 yaşındaki Davut Altınkaynak, 13 yaşındaki Seyhan Doğan ve Nedim Akyön, 18 yaşındaki Abdullah Olcay, Abdurrahman Coşkun, Mehmet Aslan ve Süleyman Seyhan..

Ailelerin giriştiği adalet mücadelesini aktaran film, Adıyaman’da görülen ‘Dargeçit Jitem’ davasını 10’uncu duruşmadan itibaren karar duruşmasına kadar izliyor.

Davada 4 Temmuz 2022’de delil yetersizliğinden tüm sanıklar beraat etmişti.

 

Ailelerin yıllar sonra kuyularda bulduğu ve delil saydırmak için mücadele ettiği kemikler, vakalardan kilometrelerce uzakta başka şehirlerde görülen dava, hapisten çıkıp abisi Seyhan Doğan için adalet mücadelesine ve filme dahil olan Hazni Doğan ve yıllarca davayı kararlılıkla izleyen avukat Erdal Kuzu, belgeseli seyircinin kendisiyle özdeşleştirebileceği bir noktaya taşıyor.

Yönetmen Berke Baş ‘Dargeçit’i Diken’e anlattı.

Belgesele nasıl dahil oldunuz, proje size nasıl geldi?

Yapımcım Enis (Köstepen) “Hafıza Merkezi kayıp yakınlarıyla ilgili bir belgesel projesi yapmak istiyor, dahil olmak ister misin” dedi. Enis özel olarak şu veya bu konuyu çalışacağız, demedi. Hafıza Merkezi’nin tek tek kayıpların bilgilerini, dava dosyalarını, duruşma tutanaklarını kaydettiği bir veri tabanı vardı. İlk önce onu incelememi istediler. Merkez, o dönem 12 faili meçhul davasını takip ediyordu. Ben de işe o veri tabanındaki dava tutanaklarını, kayıp hikayelerini okuyarak başladım. Üzerinde çalıştıkça bir kayıp hikayesi değil de daha çok adalet mücadelesine odaklanan bir iş yapmak istediğimizi fark ettik. Bu mücadelenin cezasızlıkla nasıl inkâr edildiğini anlatmak istedik.

Film dediğiniz gibi gözaltında zorla kaybedilmiş kişilerin bireysel hikâyesine değil adalet arayışına, yargı süreçlerine odaklanıyor. Bu anlatı tercihinizde Hafıza Merkezi’nin bir etkisi veya müdahalesi oldu mu?

Enis’le bizim kafamızda projeye dair ilk fikirler oluştuğunda bunları Hafıza Merkezi’yle paylaşmıştık. Onlar da “Tamamen bağımsızsınız” demişlerdi. Tercihlere müdahale etmek yerine çekimler süresince bize destek oldular. “Bu film sizin filminiz” dediler.

Türkiye’de yaşayan herkes adalet denilen şeyin, hukuki düzenin ne noktaya geldiğinin farkında. Sinemacı arkadaşımız Çiğdem Mater, Gezi tutukluları, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala hiç adli olmayan metotlarla cezaevlerinde tutuluyor. Bu tutukluların aileleri hiç işlemeyen bir sistemin ortasına düşmüş. Biz bugünkü bilincimizden ve bilgimizden farklı olarak bakamazdık zaten. Filmde de bu yargı mekanizmasını göstermek istedik. Bugünden bakarken aslında herkesin şu anda Türkiye’de deneyimlediği yasal sürecin bir şekilde gözlemini yapan bir film ortaya çıktı. Seyirciyi devletin şiddetini nasıl sürdürdüğüne tanık etmek istedik.

Enis Köstepen bir söyleşisinde belgeselin ilk dokuz ayında çekimlere başlayamadığınızı söylemişti. O dönem filmle ilgili neler yaptınız, süreç neden böyle ilerledi?

Belgeselcilerin hep bir aceleciliği vardır, konuyu yakalayıp kamerayla çekmek ister. Biz hiç böyle yapmadık. Tabii bize bu imkanı sağlayan Hafıza Merkezi’ydi. Enis de elbette bir yapımcı olarak çok sabırlıydı.

Bu kadar kapsamlı bir işin altından nasıl kalkarız, kamera nerden girmeli, nasıl bir belgesel çekmeliyiz, kameramızı kime ve neye yöneltmemiz gerekir diye çok düşündük. Film sürecinde kaybolmamak için bu konularda net olmamız gerekiyordu. Başka ülkelerde Arjantin’de, Guatemala’da, Lübnan’da, Bosna’da ve Şili’de bu konuda nasıl filmler çıkmış, onları izledim.

Biz bu projeye Eylül 2017’de başladık. Mart 2018’de de avukatlarla ve bu süreci yaşamış, tanık olmuş siyasetçilerle konuşmaya karar verdik. Diyarbakır’a gittik, orada barodan avukatlar, İnsan Hakları Derneği’nden (İHD) kayıp davalarını takip etmiş kişilerle görüştük. Film konusunda cesaretlendirenler de oldu, altından kalkamazsınız, yapmayın diyenler de.

O günlerde sanatçı Anıl Olcan da Hafıza Merkezi’nin bir projesi kapsamında filmde gördüğünüz minör mermer anıtları yapıyordu. Film üzerine çalışmaya başladıktan tam dokuz ay sonra Haziran 2018’de ilk çekimimizi onunla yaptık. O zaman hangi davalara odaklanacağımızı bilmiyorduk ama devam etmekte olan Lice ve uzun bir aradan sonra tekrar duruşmaları başlayacak olan Dargeçit için çalışmaya başlamıştık.

Resim
Filmden negatif portre görünen sahne

Avukat Erdal bey film boyunca davanın görüldüğü Adıyaman’a gidip geliyor. Onun yolculukları üzerinden davayı takip etmeye nasıl karar verdiniz?

Dargeçit davası o dönemde Kızıltepe Jitem davasıyla birleştirilmek üzere Yargıtay’da bekletiliyordu. Yargıtay daha sonra ret kararı verdi. Kızıltepe ayrı görüldü, Dargeçit ayrı. İkisinin de avukatı Erdal Kuzu’ydu. Biz de bu nedenle onunla tanışmak için Mardin Kızıltepe’ye gittik.

Erdal’ın yanına duruşmalar, dava ne durumda onları görelim diye gitmiştik. Ama onun ofisinde tanıştığımız ilk gün aramızda çok güzel bir sohbet oldu. Süreci anlattı bize. Sonra ona şunu sorduk: ”Dargeçit davasını sizinle takip edebilir miyiz?” O da “Buyurun gelin” dedi. Ekim 2018’de bir sabah onunla Mardin Kızıltepe’de buluştuk. Sonra da o yollarda ona eşlik ettik.

Resim
Ekibin nehir kıyısında çekim yapılırken fotoğrafı

Filmde anlatılan yedi kaybın içinden Davut Altınkaynak ve kayıp yakını Hazni Doğan’ın hikayeleri öne çıkıyor. Bu tamamen bir tesadüf müydü? Yoksa bilinçli olarak tercih ettiğiniz bir şeydi mi?

Bence bu tam da belgesel sinemanın mucizesi. Uzun yıllara yayılan bir süreçte bu filmi çekmek bize yeni fırsatlar yarattı.

Hazni’yi biz ilk mahkeme salonuna Segbis aracılığıyla bağlandığı ekranda gördük, Görüntüsünü bile ayırt edemediğimiz 77 gündür açlık grevinde olan Seyhan Doğan’ın kardeşiydi. Bir tanıktı bizim için. Onunla ne zaman tanışırız, neler yapabiliriz, hiç düşünmedik, böyle bir beklentimiz yoktu. Hazni filmin ilk üç yılında yoktu, 2021’de hapisten çıktı. Hazni, Davut’un, abisi Seyhan’ın yaşadıklarını yaşıyor ama bir şekilde hayatta kalıyor. Aslında onu da ölü sandıkları için bırakıyorlar. Hazni de o kayıplardan biri olabilirdi, Biz onu tanıyınca hikayesinden çok etkilendik. Olanları tane tane sakince ve tekrar anlatması, hâlâ içinde yaşıyor olması, “Asla unutamıyorum, dün gibi demesi” bizi çok etkiledi.

Enis’in baştan beri bana sorduğu bir soru vardı: “Biz sadece Seyhan’ın ve Davut’un filmini mi yapıyoruz?” Çünkü daha baskın çıkıyorlar, ailelerin varlığı belirgin. Seyhan Doğan’ın annesinin ses kaydına sahibiz mesela, kız kardeşi Mizgin Doğan’la yapılan çok iyi bir röportaj var. Elimizde olan bu kayıtlar nedeniyle belki de iki kişiye daha fazla eğilme şansına sahip olduk.

Filmi aceleye getirmememizin sayesinde Hazni’yle tanışıp onu da çok önemli bir karakter olarak filme dahil ettik. Hazni’nin daha baskın olmaya başladığını fark edince arşivlere daldık. 2011 yılında Ersoy Tan’ın Cumartesi Anneleri’nin bir anmasında çektiği bir videosunu bulduk. Hazni o konuşmasında “11 yaşındaydım diye başlıyor” ve abisini Filistin askısında gördüğünü anlatıyor.

Film arşiv görüntülerinden çok yararlanmıyor. Kullanılan arşiv, buluntu görüntüler de sınırlı. Bu tercihinizin nedeni neydi?

Bu Enis’le ayrı düştüğümüz tek konuydu. Enis daha çok arşivden gitmek istiyordu. Odağımızı cezasızlık üzerine kurduğumuz için benim için önemli olan ailelerin yakınından bu filmi anlatabilmekti.

Arşiv görüntülerine dalıp bu oldu, şu oldu diyerek olayı açıklama gayretinden kurtulmak istedim. Filmde 6’ıncı dakikadan sonra arşivlerden soyutlanıp yollara ve adliye süreçlerine geçiyoruz. Arşiv kullanınca yaşandı, bitti gibi bir algı oluşuyor, ama hayır bu hâlâ devam eden bir süreç. Bu süreç 27 yıldır devam ediyor. Biz bu filmle ailelerin kavgasını, inadını, sabrını yüceltmek istedik.

Mahkeme birkaç yıl daha uzasaydı çekimler yine de devam edecek miydi?

O davadan sonuç alınana kadar biz devam edecektik. Hiç acelemiz yoktu. Ama biz zaten dava bittikten sonra kurguya başlamadık, 2020’de kurguya başlamıştık. Filmi çekerken bir yandan kurguyu nasıl yapabileceğimizi tartışıyorduk. İki yıl daha da sürse takip edecektik, ki dava 2025’de zaman aşımına uğrayacaktı. Biz de çekimler en geç 2025’te bitecek diyerek hareket ettik.

Filmde net biçimde göremesek de size veya kameraya yapılan konuşmalardan sizin de orada olduğunuzu, filme dahil olduğunuzu biliyoruz. Hem filmle hem de kayıp yakınlarıyla mesafenizi nasıl ayarladınız?

Bunlar yapım ve çekim süreçlerinde Enis’le hep konuştuğumuz şeylerdi. Aslında adliye ve kantin görüntülerini kendi telefonlarımızla, Enis’le beraber çektik. İkimiz de yerimizi çok iyi bildik. Geri durarak, ailelerin bizi yönlendirdiği yerlere gittik. Aileleri de hiç zorlamadık, hiç uzun röportaj taleplerimiz olmadı. Ailelerle oturup yaptığımız bir söyleşimiz yok bizim. Onların birlikteliğini yansıtmak hem de onlara yakın olduğumuzu hissettirmek istedik. Bence film o yakınlığı araba, kantin sahnelerinde veriyor. Dediğim gibi bu noktada bizim sinemacı olarak sınırımızı zorlamamız gerekiyordu. Zaten bu insanlar zor süreçler yaşamıştı. Bu nedenle o mesafeyi getiren de aslında onlara duyduğumuz saygıydı.

Film boyunca ailelerle birebir görüşmeler yapılmıyor. Ancak belgeselde kullanılan ailelerin yer aldığı arşiv görüntüleri veya çekimler esnasında filme dahil oldukları anlar çok kısa olmalarına rağmen çok vurucu.

Bu acıları ailelere tekrar tekrar anlattırarak eziyet eder gibi bir film çekmeyi en başından hiç istemedik.

Bu olayı anlatarak bizi ikna etmeye çalışmasınlar, bu olay zaten oldu, yaşandı. Film de izleyiciyi ikna etmeye çalışmasın. Ama insanlar bu aileleri tanısın, bu anneler, babalar, erkek kardeşler bunu nasıl yaşamış bilsinler, istedik. Mahkemeyi ikna eder gibi izleyiciyi bu suçun işlendiğine dair ikna etmemize gerek yoktu. Çünkü bunlar yaşanmıştı, izleyicinin de artık bunu kabul etmesi gerekiyor, diye düşündük.

Filmi çekerken güvenlik kaygınız oldu mu?

Tabii ki çekim yaptığınız aileleri korumanız lazım. Kameramızı onların özel hayatına yönelten bir tavrımız hiç olmadı. Çekimlerin devam ettiği dönemde OHAL devam ediyordu. Bizim kamerayla sokakta dolaşmamız, onları dışarda çekmemiz mümkün değildi. Dikkatleri onların üzerine çekecek durumlara girmedik. Adliyenin kantini, çay bahçesi gibi kapalı mekanlarda çekimler yaptık. Adliyeye gittiğimiz yolculukları avukat Erdal Kuzu’nun arabasıyla yaptık. Bizim kameralarımız, mikrofonlarımız kontrol noktalarında aileler için bir huzursuzluk yaratsın ve onlara “Siz bu insanlarla neden bir aradasınız” sorusu sorulsun istemedik.

Resim
Yönetmen Berke Baş'ın telefonla avukat Erdal Kuzu'yu çekerken göründüğü bir fotoğraf

Belgeselde Sezen Aksu’nun “Dünya seyretti ben giderken/ Erimiş cesedim ne fayda/ Islak yağmuru emdim de/ Kurtlara yem oldum” sözlerine sahip ‘Günaydın Memur Bey’ şarkısı bir anda karşımıza çıkıyor. Şarkıyı filmde kullanmaya nasıl karar verdiniz?

Şarkının orijinal adı Kurtlu Kuyu. Mahkeme çıkışında oturup yine davayı konuştuğumuz anlardan biriydi. O sırada Erdal yaşam hakkını korumakla mükellef yargının nasıl meseleleri örtbas etmek için kullanıldığından bahsediyordu. Ailelerin istediği adalet ama bir noktada ellerine verilen bir torbada kemik. Çok ağır şeylerin konuşulduğu tam herkesin sessizleştiği, konuşulanları sindirmeye çalıştığı bir an vardır ya tam öyle bir andı. Enis de o sırada bu şarkıyı hatırladı. Bana daha önce dinletmişti, Erdal’a dönüp “Dinledin mi şarkıyı” diye sordu. Erdal şarkıyı dinlememişti. Enis’e “Hadi açsana dinleyelim” dedik. Kamera da o an Enis’le telefonu arıyor, bir Erdal’ın gözüne bir yanındaki genç stajyer avukatın yüzüne odaklanıyor. Ben çekerken o şarkıyı kamerayla birlikte dinledim. O duygunun çıkmasını istedim. Başka türden bir paylaşım oldu. Birbirimize belki de en yakınlaştığımız, sessizlikte o dört dakikalık şarkıda buluştuğumuz bir andı.

Filmin sonuna doğru bir anda davanın 17’nci duruşmasından karar duruşmasına geçiyoruz. Sanki siz bir anda son duruşmaya atlayarak mahkemenin verdiği kararı seyircinin vicdanına bırakıyorsunuz, Film adeta şimdi yargılama sırası sizde diyor.

Biz filmde göstermediğimiz duruşmalarda da orada o ailelerle birlikteydik. Gösterilmeyen duruşmalarda mahkeme artık tanık getirmiyordu, avukat Erdal Kuzu’nun talepleri dikkate alınmıyordu. Sadece davalara girilip çıkılıyordu. Seyirci o arada atlanan duruşmalarda neler olduğunu hayal edebilir.

İzleyiciye güvenen bir kurgumuz olduğunu düşünüyorum. Bırakılan boşlukları seyircinin doldurması gereken bir filmdi. Ve umduğumuz gibi de oldu, gerçekten beklediğimiz bir seyirci karşısına çıktık.

İstanbul Film Festivali’nde ödül almak ne hissettirdi?

Biz ödül gecesi Davut’un babası Abdülaziz Bey, Davut’un kız kardeşi Emine, Avukat Veysel Vesek’le yan yana oturuyorduk. Ben anonsu duyunca sahneye yöneldim, onların tepkisini göremedim ama Veysel Vesek orada “Bir kere de biz bir şey kazanalım” demiş. Bu cümle, kullandığı biz sözcüğü beni çok etkiledi. Filmi bu kadar sahiplenmeleri aslında bizim için en büyük ödüldü.

Filmin bilinirliğinin artması konunun bilinirliğinin artması demek. Basında yer aldı, Abdülaziz Bey de Hazni Bey de ayrı röportajlar verdi. Film bu davanın tekrar konuşulabilmesi için bir yol açtı. Onların deyimiyle “Sesimize ses kattı.” Bir büyük teşekkürse elbette Cumartesi Anneleri’ne. Biz onlara belgeseli daha tamamlamadan izlettik. Belki bir yorumları, katkıları olabilir diye. Daha sonra onlar da filmi beğenip 17-31 Mayıs ‘Kayıplar Haftası’nda gösterdi. İHD’nin desteğiyle filmi İstanbul başta olmak üzere Hakkari, İzmir, Antep, Diyarbakır ve Batman gibi birçok şehirde gösterdik. Dargeçit’in İHD için de böyle bir değeri olması da bizim için elbette çok önemli.